Pazartesi, Ocak 07, 2013

More

[ÖNYAZI]

Bu bir aşk romanı değil. İstediğiniz gibi bir sonu da yok. Bir kayıp romanıdır bu. Azimle saldırıp, koşan kovalayan bir karakterin gece susuşları toplamıdır. Kayıp bir romandır bu, kaybetme korkusudur. Tek tek eksilen insanlar gibi yiten hislerin tutulduğu bir defter arkası; ve bir gün hatırladıklarımızın güncesidir. Hiç yaşanmamışlık hisleri vardır satır aralarında ve yaşanmışlıkları o kadar boldur ki tekrarlarıdır gizli şifresi kahramanın. Bu yüzden bunu okuyan güzel arkadaş, bilemem kaç defa bıraktın, ama bir sigara yak bu sayfanın başında ve kenara bir yere not al bugünün tarihini, çünkü lazım olur o kağıt belki, bugün yaşadıklarını hatırlamak amacıyla.

Bu kitap geç kalınmış ya da farkedilemeyecek kadar erken gelmiş güzelliklerin muhasebesidir. Kontrolsüz kelimeler üretimi, karşıt duygular komposizyonu; anlamlar ve anlamlandırmalar; metaforlar arası hayallerdir. Sessiz, uykubozan bir anıdır, kimsenin duyamadığı çığlıkları attırandır.Bu kitap bir yeraltı sürünüşü yada yalnız adam günlüğü hiç değil.

Kayıp düşler toplamı, uykusuz günler artığı, gündüz uykuları kaçışı; nemsiz bir ağlayıştır. Fena halde içinde kalmışlık, ağız dolusu küfür; öfkeden şişmiş boyun damarlarıdır. Afedersin sevgili okur ama pişmanlıktır bu kitap, hiç olma özlemidir.
***

[KAHRAMAN TASVİRİ]

Morelerin Antep ve sonrasında Sivas’ı bulmuş konar göçer hayatlarında son durakları İstanbuldur. Taşı toparağının maden olmasından mıdır ya da maden insanlarının burada çoğalmasından mı Moreler de buradan öteye salınamamışlar. Ve aslında herkesin bir bakıma maden işçisi olduğu metropol hayatında onlar da rollerinin çizilmesi için gerekli muhtarlık ve belediye birimlerine ikamet adındaki belge için başvurmuşladır. Lokasyon ise o dönemlerde şehir değil de, dere yatağı olan Güngörendir.
***

Kelimeler arasındaki anlam transferlerinin dünya üzerindeki karşılıklarını bulmaya henüz başlamış taze bir düşünür olarak Soner More, çalışmalarını sessiz sürdüyordu. Öncelikle örnekleri incelemek güzel bir pratik metodu olabilirdi. Zira kurduğu cümleler nedeni ile sevgi kazanıp, anlamını bilmediği yeni kelimeler topluyordu ve bunların ağırlığı ile daha da sessizleşiyordu.  

Sessizliğin mükemmel bir müzik türü olduğunu keşfetmesine daha 18 yılı vardı. Ama öncesinde bir kaç virtüözle takılıp, sessizliği öğrenecekti. Bir de soru sormamak var ki bunun çözümünü bulması için “iksirler” keşfedecekti. İksirler...  Dinlediği her şarkının kendi bünyesindeki anlamını bulmasını sağlayacak gramaj ölçekli tanrı hediyeleri...  Koca adam diye adlandırıldığı bir günün akşamında iksirler yardım edecekti, o eski pencerinin kenarında olmanın hissetirdiklerini yeniden yaşamayı. Akıp giden insanların nerede yürümeye başlayıp nerede durduklarını düşündüğü ve her araba sahibini zengin olarak saydığı gözlem günlerine.



***
[SONERIN GOZUNDEN]

Yerleşik hayatlarının başlamasından tam 731 gün sonra İstanbul sonbaharı daha popüler olamamışken ve hala Seattle da Grunge güzelken, bir Ekim akşamı Soner ya da Morelerin son temsilcisi küçük odanın, o zamanlar da, çürük ahşap ve tozlu boya kokan beyaz penceresinden damlaların cam üzerinde sergiledikleri şekilleri izliyordu.

...Şekilsiz suların camdan aşağı akışını izlemek, açık camdan çamur kokulu havayı solumak, aksak ritimli doğal sonbahar müziğini dinlemek... Sorumluluk kelimesinin anlamanı bilemeyecek kadar sorumsuz olduğumuz yaşlar; kayıtsız ve bağımsız bir kafa. Kusursuz bir olgunluk.

***

Temiz bir yetişkin dinginliği, sadece  1691 günlük dünya tecrübesi ile de sağlanabilirdi ve Soner bunun ayaklı ve sessiz örneği olarak camın kenarındaki konumundan memnundu. Az önce camın ötesindeki farklı şeylerin merakı üzerine kurduğu hayal uykusunu bitirmişti.Yağmur buğusunun süslediği camdan, aşağıdaki küçük ağacı izliyordu. İki apartman arasındaki ufak bir toprak parçasında tek başına yaşımını sürdüren ağacın yaprakları parlak koyu yeşildi ve rüzgar, güzel sesi ile şarkılar söyleyerek dans ediyordu her biriyle.

Yağmur sonrasının izlenebilecek en doğal görüntüleriydi bunlar ve Soner hiç düşünmüyordu. Güzeli izlemenin onu anlamaktan daha güzel olduğunu daha önce öğrenmişti kahramanımız, evet bu kadar da akıllıydı velet, ama daha fark edememişti*. Ve sırf bu yüzden unutucaktı öğrendiği her şeyi. Ve öğrenebilmek için unutacaktı tekrar tekrar.

* Önce bir düzine depresyon, fermantasyon ürünü avuntular, bir kaç farklı kıta, itina ile tekrar edilmiş hatalar, sayısız insan ve hayal kırıklıkları gerekiyordu anlamasına.

Camın ötesindeki ağaç ne zamandan beri oradaydı, tek başına sıkılmıyor muydu ? Eğer O da canlı ise, ki annesi çiçeklere zarar vermemesi için Soner’e bitkilerin canlı olduğunu söylemişti, üzüldüğünde neler yapıyordu ? Yapraklarını aşağı bırakarak mı ağlıyordu ? Öğrenmenin bir yolu olmalıydı. Ama Soner’in acelesi yoktu. Soner koyu yeşil ve parlak arkadaşının kalkıp gidememesine, hep aynı yerleri görmek zorunda olmasına bile üzülemiyordu. Soner düşünmüyordu.

***
[SONER]

Düşünmüyorum. Dedemin yaptığı koltuğun üstüne yaslanılan bölümüne oturmuş etrafı izliyorum. Sağ elimi yanağıma, kolumu da pencerenin köşesine yaslamıştım. Sokaktan insanlar geçiyor, sadece iki apartman arasını görebildiğimden her insan ortalama 10 adım sonrasında gözden kayboluyor. Bu da yağmurda yürüyen adam hızı ile hesap edildiğinde 3-4 saniyeyi buluyor. Yağmura karşı bir suç işlemiş gibi herkes, başları önünde her birinin. Bir keresinde annem mandalları dağıttığım için kızdığında ben de böyle durmuştum. Alt dudağımın aşağı sarkmasını ise yer çekimi ile ilişkilendirmiştim... Alakası yokmuş, anladığımda baya üzülmüştüm. Bunu da biraz ağladıktan sonra bir gün amuda kalkarak öğrenmiştim. Herhalde ağlarken susup amuda kalkıp yeniden ağlamamışsınızdır hiç ?  

Deneysel öğrenme biçimim hızla devam ediyor. O kadar deneysel ki; elini sobaya değdiren arkadaşlarımdan bile daha şüpheciyim. Belki soba bu sefer soğuktur diye tekrar tekrar denemek hobilerim arasında yer alıyor. O denli tekim ki, eksik kalmış sevilecek yanlarımın olmadığına inanıyorum bu sıralar.Benim olmadığımı farkederler mi acaba diye koltuk arkasına saklanıp saatlerce sessiz kalma oyunu oynamaya başladım. Hiç sobeleyen olmuyor, sıkılıyorum.

Yine koltuk arkasında mesaiye devam ettiğim bir gün. Bağrışmalar duydum dedemin yaptığı koltuğun olduğu odadan. Babam anneme bağırıyor. Anneme niye bağrılabilir ki ? Babamın annemi sevmesi lazım. Çünkü televizyondaki filmlerde mutlu aile adamları hep kadınların sevgisini kazanmak için çaba veriyorlar. Acaba babam annemin sevgisini istemiyor mu ? Ben istiyorum, anne güzel bir şey. Camdan aşağı gördüğüm erkek ve kızlar da elele geziyorlar hep. Ama ben koltuk arkasında güvendeyim. Beni göremediği için bağıramaz da. Keyiflendim bile. Sanırım koltuk arkası oyunu bu aralar en favorim. Mandallar sıkıntı yaratabiliyor. Koltuğun altını görmeye çalışmak da çok keyifli hem. Para buldum bir keresinde, anneme de söylemedim. Attım hemen cebime. Kendimi diğer çocuklar kadar zengin hissetim. Bu kadar para ile yeni açılan oyuncakcının camındaki araba alınamaz ama gazetenin verdiği legoya yeter. Legoları çok severim.


Dedim ya koltuk arkası acayip keyifli bir oyun salonu; abimin beni oynatmadığı futbolcu kartlarını bile buldum. Abime bunlarla nasıl daha güzel oynayacağını öğretmek lazım. Mesela aynı takımdaki oyuncuları yanyana dizmek yerine farklı takımlar yapılmalı; yeni takımlara da teknik direktör olunmalıydı bence. Ama abilerin bildiği vardır. Sokağa indiğinde abinin yanından ayrılamazsın. Ebeveynce öğretilmiş bir güvenme içgüdüsüdür bu. Özgüven sorunlarına neden olmasını şuan yine düşünmüyorum.

İlmek ilmek öreceğimiz kardeşlik bağımızın sokaktan gelmesini umuyorum. Zira koltuk arkasında hala abimi görmedim. Bir oyun arkadaşı olarak abi, arkadaşsızlıktan daha iyi olabilir. Bir de beraber mahalle maçı yaparsak ne güzel olur. Balkondan izlediğim mahalle maçları, sanırım, mandallardan daha keyifli olabilirler. Ben de onlar gibi koşa bağıra çağıra top oynamak istiyorum. Belki ben de büyüyünce futbolcu olurum hem.

Galatasaray diye bir takımın maçlarını radyodan dinleriz, babam futbolcuları çok sever. Aslanım, kaplanım, aferin diye coşar sevinçle evin içinde. Kıskanırım. Zaten futbolun önemli bir şey olduğunu anlamıştım ki. Radyodaki adam anlatırken, tüm anlamlarıyla ev, hane olarak susuyoruz biz de. Kesinlikle futbolcu olmalıyım.Kesinlikle kıskanıyorum. Belki benim gibi düşünen fazla çocuk yoktur, çalışırsam olur sanki. Onlardan iyi olabilirim. En azından ben psikoloji kelimesini cümle içinde kullanabiliyorum. Anlamını tam öğrenemesem de hissediyorum işte. Babamın beni sevmesi gibi bir şeydi herhalde.

Bir gün merak ettiğim soruları radyoya sordum. Cevap vermedi ahşap sefa pezevengi. Bazen ahşap olan her şeyi dedemin yaptığını düşünüyorum. Radyo da onun zaten. Ahşap eşyalara küçük oyuklar açarak oynamak son derece keyifli. Neden bilmiyorum ama yaparken çok gülüyorum. Ayakları at olan sehpa var bizim evde. Kulaklarından birini kırdım geçen. Bence yenilikçi yaklaşım olarak güzel bir sanat akımı olabilirdi. İleride postdomernizimi öğrendiğimde öyle adlandırabilirim. Büyüyünce elbet yaparız bir şeyler diyerek bıraktım köşeye tek kulaklı atı. Komikti salak at. Umarım dedem ben büyüyene kadar farketmez.

Öte yandan, attan ziyade; fiskos sehpa lüks gibi biraz sanki. Annemle gittiğim komşuya çaya inme aktivitelerinde, güzel böreklerin, süslü poğaçaların ve çok güzel çatalların, hatta renkli renkli peçetelerin konduğu feci havalı bir ahşap. Bunu da dedem yapmış olamaz artık, eminim. Annem sade ve güzel demişti komşusuna yani sehpasına, yeni alınmıştı anlaşılan. Bir de sade dondurma vardı ki, aklıma birden o geldi.

Evet futbolcu olabilirim. Daha aşağıda koşarak oynamadım ama sanırım tekniğim iyi. “Teknik” kelimesini de televizyonda duydum; zira henüz evde kimse bir teknik sahibi değil. Cümle içinde kullanan bile yok. Oysa ki ben mandal robotlarıma tekniğimden bahsediyorum. Dedemin yaptığı koltuğun olduğu odada oynayınca, koltuk sahibi çok kızıyor bana. Ama nerde oynayayım ki!
-Futbolcu olucam ben dede!
-Siktir! diye karşılık verdi yaratılmışların en odunu. Keşke kendini de koltuk ve baston gibi yontabilseydi.Daha faydalı bir şekli olabilirdi.


***
Bugün yeni bir oyun yeri keşfettim. Dış kapı dedikleri yerin hemen önünde ayakkabılık diye adlandırdıkları bir alan var. Üstüste dandik plastiklerin bindiği ve dört köşelerinde keyifli çubukların olduğu katlı otopark gibi bir şey. Oto yerine ayakkabılar var, terlikler var. Ayakkabı boyası diye bir kaç şey de var. En çok çubuklar keyifli bence. Bir tanesi söktüm dört köşenin en bana yakınından. Dayak gelebilir her an ama pek umursamıyorum açıkcası. Çubuk keyifli. Bence bir füzeymiş o. Fiyuuuu diye havalandırıyorum. Uçması için basınç gerektiğini de akıl edebildiğimden; yanaklarımı şişirip ağzımdan fırlatıyorum kendisini. Fazla uzağa gitmediğini tahmin edebilirsiniz; hatta salak olduğumu bile. Ama büyük dediğim herkesden daha eğlenceli olduğumu biliyorum. Ben eğleniyorsam sıkıntı yok!



Sıkıntılı bir çocuk olduğum doğrudur. Oynamak lazım. Az önce ayakabı boyamaca oynunu keşfettim. Üzerinde çamur ve toz olan ayakkabılar renk değişiyorlar. Temiz ve parıltılı oluyorlar hatta. Sonuç karşısında kişisel tatminde tavanı tekmeliyorum. Kendimi usta hissettiğim de doğrudur. Onlar kadar büyük ellerim olmayabilir ama ortaya çıkan sonuç aynı sayın seyirci. Televizyondaki teyze “lekeden eser yok” diyor içerden, ben ayakkabıları boyarken, bense boya olmuş ellerime ve pantolonuma bakıyorum. Keşke kirlenmenin güzel olduğundan annemin de haberi olsa. “Üstümü yıkayacak deterjanı sattıracak pazarlamacılar bir ara akıl eder bunu zaten” diyerek bunu da bıraktım şimdi bir köşeye. Kapı vuruldu. Ön direkte ve topa en yakın oyuncu olarak heyecanla çıktım topa ve açtım kapıyı. Hacıların en sevimsizi kapıda.
“Hoş geldin dedeciğim” dedim. -Babam öğretmişti bunu.- Saçımı okşadı. Yalan değil, mutlu oldum. Sevilmek güzel şey. Yalakalık bilinçaltımca takdir gören bir karakter oluyor sanırım. Ama seviliyorum ya sıkıntı yok. “Napıyon la” dedi, dedem.
- Ayakkabıları boyadım. “Afferin la” diye cevap verdi, elinde baston gezdiren odun.
“Al bakalım, bunu cebine koy dedi” yuvarlak ve metal 2500 lirayı verirken. Sonra kabanını ve bastonunu verdi asmam için. Sandalyeyi de kullanarak astım tabi ki, bunun için ekstra bahşiş alamayacağımı bilerek. Value Added Services olarak da adlandırabilinecek olan bu yaklaşımımın ikna yeteneğimi geliştireceğini düşünüyorum. Zira dedem para vererek kendini gerçekleştirdi, bense ekstra ve zahmetsiz bir hizmet daha verdim kendisine.







[Bir Zaman Sonra]

-Kağıt şehirler yanıyor.
Bense sadece bir yağmur gibiyim, diye düzeltti Morelerin son temsilcisi karşısında duran ve bir zamanlar kendisi olan kadını. Aynı anda çektiler sigaralarından sessizliği bozan nefeslerini ve zamansızlık başladı. Beraber sustular ve daha önce hiç göz görmemiş gibi baktılar birbirlerine. Aortları hala dumanla keyiflenirken; en güzel müzikti sessizlik. Uzaya bir çift gönderilmişti Beşiktaş’tan roket teknolojisi olmadan. Aşağıda kağıt şehirler yanıyordu ve üzerlerine yağan yağmuru izliyordu usta astronotlar. Ateşler sönüyor, is ve toprak kokusu yağmurla demleniyordu. Hala sessizdi sarı oda. Büyümüşlerdi. Ve aynı anda verdiler sessizliği bozan nefeslerini. Tüm bu uzay macerası sadece bir nefes kadar sürmüştü.
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder